Bağırmadan İşler Yürümez mi?

Kavga etmek bir yana, özellikle Anglosakson kültürü almış bankacılar konuşurken en sıcak konularda bile seslerini yükseltmezler. Sinirlenmek, bağırıp çağırmak onların kültür ve terbiye anlayışına aykırıdır.

“Aslında sinirlenip bağırmak üst düzeyde sorumluluk almış hiç kimseye yakışmaz. Ayrıca insan sağlığına da son derece zararlıdır.”

Buna benzer pek çok cümleyi yıllar boyu yakın çalışma arkadaşlarımdan ve çevremden dinlemişimdir. Yıllar boyu da neredeyse her sabah işe giderken sakin bir gün geçirmeye kararlı olarak evimden çıkmışımdır. Hiçbir şeye kızmadan, bağırmadan yöneticilik yapmaya…

İşte yine böyle bir günün sabahı, sakin olmaya kararlı, evimden çıkarak işime geldim. Güzel bir mayıs sabahıydı. Dünyanın büyük bankalarından birinin üst düzey yöneticileriyle randevum vardı. Bankamızın çok yakından çalıştığı bu bankayla yapacağım görüşmeler için bir önceki yıla ait faaliyet raporumuzun İngilizcesinin toplantıya yetiştirilmesi gerektiğini de ilgililere birkaç hafta önce söylemiştim.

Toplantıya girdim ve son derece neşeli, verimli bir ortamda neredeyse bir saate yakın biraz sohbet edip, biraz da iş konuştuk. Toplantının sonunda İsviçreli dostlarımıza bankamızın İngilizce faaliyet raporunu takdim etmek üzere sekreterimden rica ettim. Kısa süre sonra Pınar raporun basımının henüz bitmediğini ve matbaadan gelmediğini söyledi.

Bu gibi durumlarda önce kan basıncımda değişiklikler oluştuğunu hissederim. Sonra belki farklı salgılar beynimin içinde yürümeye başlar. Her nedense önce her sabah evden çıkarken olaylara hemen sinirlenmemek, olur olmaz şeylere aşırı tepki göstermemek için kendime verdiğim sözleri hatırlarım. Beynimdeki salgılar ilerledikçe o sabah kendime verdiğim sözlerin ne kadar anlamsız olduğuna beni inandırmaya başlar. Yine öyle olmuş olmalı ki, yabancı bankacılardan izin isteyerek odadan dışarı çıktım ve kendi odama bile geçmeden, en yakın telefondan, Pınar’ın telefonundan reklam müdürümüzü arayıp galiba “haykırmaya” başladım. Bankanın prestijinden tutun, konunun önemine kadar ağzıma geleni “boşalttım”. Bu gibi durumlarda “sınırı” sık sık aştığımı sonraları düşünür ve kendime de kızardım. Bu kez de mutlaka sınırı aşmıştım. Telefonu kapattığımda biraz rahatlamıştım ama ne yazık ki istediğim raporlar yoktu. Odama geçip otuz-kırk derin nefes aldım.

Tekrar konuklarımın yanına döndüm. Kendilerine yumuşak bir ifadeyle durumu anlattım. Özür diledim ve raporların matbaadan çıkar çıkmaz kendilerine özel olarak ulaştırılacağını söyledim. Benim haykırışlarımı duymuş olmalılar ki, (duymamaları mümkün değildi, çünkü benim konuştuğum telefonla onların oturduğu odanın arasında yalnız tek kapı vardı) biraz da benim yatışmam için beş on dakika daha kaldılar ve başka konuları konuştuk. Odadan birlikte çıkıp kendilerini asansöre kadar götürdüm. Düştüğüm duruma sıkıldığım kadar, bu kadar bağırıp çağırmamı adamların duymalarına da üzülmüştüm. Ben bu gibi durumlara düştükçe hep oturduğum koltuk için kendimin son derece “amatör” ve “duygusal” olduğuma karar verirdim. Kısacası iyice keyfim kaçmış olarak asansörün gelmesini beklemeye başladık.

Asansörün önünde, ayakta dururken yabancı bankacı konuklarımdan hâlâ beni yatıştırıcı kelimeler duyuyordum. Adamlar neredeyse benden fazla üzülmüş gibiydiler. Beni yatıştırmaya çalışır gibi bir halleri vardı. Hatta bir ara Franco, “İnsanın içindekini çok fazla bastırması da zararlıdır. Arada sırada boşalması iyi olur…” gibisinden bana göre son derece anlamlı sözler de etti. Ancak bir İsviçreli bankacı olarak bu sözleri ne derece benimseyerek söylediğinden kuşkularım vardı. Diğer yandan Franco’nun aslen İsviçre’nin İtalyan sınırına yakın bir köyden olduğunu bildiğim için söylediklerine de inanmak istiyordum.

Asansör geldi. Kapısı açıldı. İçinden çıkan gencin elinde bir paket vardı. Paketi bana doğru uzatır gibi yapmış olmalı ki ben duyarlı bir şekilde pakette ne olduğunu sordum. Genç arkadaşım, “İngilizce faaliyet raporları,” dedi. Hemen birer tane çekip aldım ve iki İsviçreli’ye uzattım.

Franco o anda yanındaki arkadaşına bakıp “Tıpkı bizim bankadaki gibi. Burada da bağırınca işler gerçekten daha hızlı yürüyormuş. Ben de günde üç dört kere böyle bağırıp pek çok şeyin bu yöntemle çözümlendiğini söyleyip dururum… Bazılarınız nedense itiraz eder. Bak, sistemin bu yöntemle nasıl etkili çalıştığının en canlı örneğine şahit oldum. Bundan sonra beni desteklemelisin.” deyince bu kez şaşırma sırası bana gelmişti.

O anda yogayı keşfedenlere ettiğim duanın sayısı yoktur. Aldığım nefesler etkisini gösterdi. Midemden başlayan bir rahatlama bütün bedenimi sardı. Tüm sinirlerim yatıştı, gerginliğim geçti. Sonraki yıllarda Franco, her görüştüğümüzde, o gün hazır olmayan faaliyet raporlarının bağırınca nasıl on dakikada hazırlandığını hayretle ve imrenerek izlediğini; “bağırma” yönteminin tüm yöneticiler arasında sanıldığından çok daha yoğun kullanıldığını bana anımsatıp durdu.

Bir süre sonra bir iş yemeği davetinde masada birlikte yemek yerken Feyyaz Berker, haftada üç kez tenis oynayarak stresini attığını ve tenis kortlarında daha rahat bağırdığını söyledi. Ben de kendisine şaka yollu, tüm bağırma ihtiyacımı iş saatlerinde giderdiğim için tenis oynamaya gerek duymuyorum, dedim. Masamızdaki öteki misafirler dünyaca ünlü Alman Henkel şirketinin baş direktörü Dr. Ambross ve eşiydi. Benim sözüm biter bitmez Dr. Ambross’un eşi sözü aldı ve “Bak, görüyor musun Dieter, herkes bağırmalarını ya işte ya da teniste yapıyor, oysa sen evde de sürdürüyorsun!” deyince ne diyeceğimizi bilemedik.

Kaynak: İbrahim Betil, Hafiften Bankacılık, Ana Yayıncılık, 2. Baskı, Şubat 2002.