Blöf İş Adamının Oyunudur

Kalitemiz her geçen gün daha da iyi bir yere geliyordu. Biz de ürettiğimiz jantlar sayesinde işin inceliklerini keşfediyorduk. Biz işe bir şey katıyor, kattıkça ürün gelişiyor, o geliştikçe de bizler yeni tecrübeler ediniyorduk. Maddi ve manevi anlamda hedeflerimize ulaşsak da henüz sahip olmamız gereken birçok makineye ihtiyacımız vardı. Jant kasnağını hâlâ “elektrot kaynağı” denilen bir kaynakla elimizde kaynatıyorduk.

Oysa bu kaynak çelikle uyum sağlamıyordu. En büyük sorun ise kaynak işinden sonra role makinesine gelen jant kasnağının kaynak yerinden yırtılmasıydı. Kaç tür işlemden geçirerek büyük bir emekle bu noktaya kadar getirdiğimiz jant kasnağı, yolun yarısında hurdalığa gidiyordu. Buna bir an evvel çare bulmak gerekiyordu. Ben bu arada kısa bir süreliğine Amerika’ya gittim. Dönüşte de Cevdet Bey’e sanıyorum 69-70 model Plymouth marka bir araba getirdim. Dönüş yolunda henüz Avusturya’dayken benim gibi yurt dışından araba alıp Türkiye’ye getiren Ahmet adında bir vatandaşımızla tanıştım. Ahmet Bey’in yabancı dili iyi değildi. Bu yüzden kendisine bazı işlemler sırasında yardımım dokundu. Teşvik uygulama müdürü olarak kamuda çalıştığını söyleyen Ahmet Bey’le konuşa konuşa arkadaş olduk. Ben de kendimden bahsederek Cevdet Bey’le kurduğumuz fabrikadan söz ettim. Kendisi mühendis olduğu için konu ilgisini çekmiş, iş hakkında bana sürekli sorular yöneltmişti. Ben de bazı makine eksiklerimizin olduğunu, ancak bu makinelerin yurt dışında üretildiğini, bunlara sahip olmanın da henüz bizim gibi yeni kurulmuş bir fabrika için maliyetli olduğunu anlattım. Ahmet Bey “Neden teşvik almıyorsunuz? Bunu çok kolay alabilirsiniz.” dedi.

Ben de “Gerçekten bunu yapabilir miyiz?” dediğimde bana “Siz ne zaman teşvik almaya karar verirseniz Ankara’ya geliniz, ben size yardımcı olurum.” dedi. Türkiye’ye gelir gelmez bu diyaloğu Cevdet Bey’e anlattım. Anlattıklarım Cevdet Bey’in de ilgisini çekmişti. Vakit kaybetmeden gerekli hazırlıkları yapıp doğru Ankara’ya Ahmet Bey’in yanına gittik. Ahmet Bey bizi çok samimi karşıladı. Her konuda yardımcı oldu. Teşvik almak için gerekli evrakları hazırlamamızı istedi. Biz de Cevdet Bey’le dokümanları ve fizibiliteleri hazırlayarak başvurumuzu yaptık. Başvuru tarihinin üstünden fazla zaman geçmemişti ki teşvik belgemiz çıktı. Her şeyin bu kadar çabuk olmasına hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiştik. Elbette Ahmet Bey’in yardımı olmadan bunu gerçekleştirebilmemiz mümkün değildi. Bundan sonraki yeni rotamız ise Almanya’ya gitmek için gerekli hazırlıkların yapılmasındaydı.

Cevdet Bey’le Amerika’dan aldığım Plymouth marka araba ile Almanya yolunu tuttuk. İlk durak yerimiz Münih oldu. Münih’ten Hannover’e kadar bir sürü şehir gezdik. Yol boyunca birçok firmaya uğradık. Cevdet Bey ile daha Türkiye’deyken alacağımız makineleri üreten firmalarla önceden görüşüp pazarlık yaptığımız için yola çıktığımızda nereye gideceğimizi, kimlerle görüşeceğimizi planlamıştık. Buna rağmen ben her gittiğimiz yerde pazarlık yapıyordum. İstediğimiz anlaşmayı yapamadan o firmalardan ayrıldığımız için Cevdet Bey’in canı sıkılıyor, bana müdahale ediyordu.

“Ya yapma Şefik, Allah Aşkına! Avrupa’da da pazarlık mı olur? Biz bu adamlarla önceden bu fiyatları zaten konuştuk…” diyordu. Ben de “Pazarlık dediğin her yerde olur. Hele burada daha çok olur. Ben bu memlekete ömrümü verdim. Sen onların nasıl pazarlık yaptıklarını bilmiyorsun…” diyordum. Bir pres makinesi alacağız. Presin değeri beş yüz bin mark; ama bunun içinde bir tane de dik torna almamız lazım ki ihtiyacımız olan kalıpları da kendimiz yapabilelim. Çünkü yaptığımız Bedford kamyonet jantının bijon deliklerini iptidai şekilde imal edip, kendi kalıbımızda deldiğimizde istediğimiz hassasiyeti sağlayamıyorduk. Bu dik tornanın da fiyatı yüz bin marktı. Bizim paramız ise sadece pres makinesini almaya yetiyordu. Ben ise kafaya koymuştum. Bu paraya ikisini birden alacaktım…

Başka bir firmaya gittik orada da aynı fiyatlar. Bu sefer Cevdet Bey bana kinayeli olarak “Şefik bu kalıp makinesi gördüğün gibi her yerde yüz bin marka gidiyor. Haydi, sor bakalım! Bu firma bu makineyi bize presle birlikte vermeyi kabul edecek mi?” dedi. Cevdet Bey’in yabancı dili olmadığı için anlaşma yaparken bir taraftan da ona tercümanlık yapıyordum. Gittiğim yerlerde de iletişimi Almanca değil İngilizce ile yapıyordum. Alman satıcıya dönüp “O filan firma bu tornayı bize pres makinesi ile birlikte veriyor. İsterseniz bir daha düşünün.” dedim. Firma sahibi hemen satış müdürüne dönerek kendi ana dili ile “Böyle bir şey olabilir mi?” dedi.

Satış müdürü de “Olabilir efendim; ama biz yine de diretelim.” dedi.

Ben o esnada bu işin olduğu sinyalini vermek için Cevdet Bey’e bir cimdik attım. Fabrika sahibi bana dönerek “İşte o makine için sizden yüz bin mark daha isteyeceğiz.” dedi. Ben de “Bir kuruş bile veremeyiz. Eğer bu dik tornayı da verirseniz sizinle hemen sözleşme yaparım. ‘Yok, veremeyiz.’ diyorsanız biz diğer firma ile anlaşmaya gideceğiz.” dedim. Sonra kararlı bir hareketle Cevdet Bey’e dönüp “gidiyoruz” diyerek hemen ayağa kalktım. O esnada firma sahibi

satış müdürüne “Adamları kaçırıyoruz. Bu siparişe ihtiyacımız var.” dedi. Satış müdürü de “Biraz daha para verin, bir şeyler verin anlaşalım.” dedi. Ben de “Başka bir firmadan aynı paraya aynı makineleri alabiliyorum. Neden size daha fazlasını ödeyeyim?” dedim.

Bunun üzerine firma sahibi satış müdürüne “Tamam, uzatma artık.” dedi. İkisi de kalkıp bana “İyi pazarlık yapıyorsunuz. İnanın bu size özel oldu.” diyerek elimizi sıkıp yeniden oturmamız için yer gösterdiler. Biz de bize gösterilen yere oturarak bir müddet sonra hazırlanan sözleşmeyi imzaladık. Makineleri istediğimiz fiyata almıştık. Oradan ayrılırken ben Almanca “Allahaısmarladık” dedim. Bana “Almanca biliyor musunuz?” dediler. Ben de “Biliyorum.” dedim. Adamlar arkamızdan öylece bakakaldılar…

Kaynak: Bir Anadolu Efsanesi: Şefik Çerçioğlu, Derleyen ve Hazırlayan: Silvan Güneş, Hiperlink Yayınları, Temmuz 2011.