Ehliyet

ENKA’nın Suudi Arabistan’da faaliyet gösteren boru fabrikasında satış bölümüne İngilizce bilen satıcı aranıyordu. Aynı hafta Mecidiyeköy’deki binasına iş görüşmesine gittim. Ülkeyi araştırdığımdan hazırlıklı gitmiştim ve o kadar soru sormuştum ki bir satıcıya sorulacak en önemli soru bana sorulmamıştı. 
– Ehliyetiniz var mı?
Her şey konuşulmuş, anlaşılmış, iş görüşmesi çok iyi geçmişti. En önemli konu olan ‘ehliyet’ hariç. Mevcut işimden istifa ettim. Suudi Arabistan’a giderken bana, “Ehliyetinin Arapça’sını bir an önce yaptır da getir.” dediler. Aman Allah’ım! Ehliyetim yok ki… Siz beni işe kabul ederken ehliyetimi sormadınız!
Bir anda Suudi Arabistan’a gittim. İşim, her şeyim hazır, on katı maaşım var fakat işe başlayamıyorum çünkü araba kullanmayı bilmiyorum. Ehliyet alıp gelmemi istediler. Bunun içinse iki hafta süre verdiler. Hemen biriyle anlaştım ve şimdi Akmerkez’in olduğu yerde turuncu bir Toros’la ders almaya başladım. Araba kullanmaya başlamıştım. Fakat iki kez sınava girmiş ve ikisinde de başaramamıştım. Hayatım ehliyete bağlı olduğundan ilk sınavda, heyecandan sınav aracındaki Şoförler Derneği’nden gelen kişiyi düşürdüm. Kendisi henüz kapıyı kapatmamıştı ve ben gaza basıp ilerleyince düşmüştü. Bu yüzden ilkinde ehliyet vermediler. İkinci sınavdaysa bana yokuşta dur dediler. Ancak çalışmadığım yerden gelmişti soru. Duramadım ve kaldım. Aslında üçüncü bir şansım daha vardı. Sınav yerine gittim ama başıma yine bir şey gelecek endişesiyle heyecanlandım ve sınava girmedim. ENKA’yı aradım ve ehliyeti alamadığımı ama bana güvenmeleri gerektiğini, Suudi Arabistan’da ehliyeti alacağımı söyledim. Kabul ettiler. Benimse kaybedecek bir şeyim yoktu. En azından kutsal toprakları görüp geri dönerim dedim.
Sonunda Cidde’ye varmıştım. Diplomanın yanı sıra artık yaşamın akışı içerisinde hayatla mücadele asıl şimdi başlamıştı. Suudi Arabistan’da ehliyet almak için bir okula gidiyorsunuz. Bu okulda, Arapça deyimiyle, bir gün ameli (pratik), bir gün nazari (teori), toplam 30 gün ders alıyorsunuz. Bir gün sınava çağırdılar. Bu arada İstanbul’da bu 15 gün içerisinde bir şekilde araba kullanmayı öğrenmiştim. Yol kenarında kırmızı beyaz 6 tane duba vardı. O dubaların arasına aracı park edebilirseniz, sınavı geçmiş oluyor ve ehliyeti hemen alabiliyordunuz. Bu arada ehliyetim olmadığını öğrenen patronun Avusturyalı temsilcisi Hans Sherry küplere binmişti. Hans iki metre boyunda, tam bir Alman ve Avusturya karışımıydı. Gördükçe onun gözünden kaçıyordum. Beni görünce bana ters ters bakıyor, müdürlerime ve genel müdürüme de baskı yapıyordu. Bizimkiler sağolsun bana sahip çıktılar. “Ehliyetini alacak biliyoruz, bir aksilik var,” dediler.
Fakat bir ay okula gideceğim duyulunca o da sıkıntı oldu. Geçici süreyle bana bir şoför verdiler, yani hem satıcıydım hem de şoförüm vardı. Yakın yerlere giderken kullanıyor, uzak yerlere gittiğimde uçakla seyahat ediyor, taksi kullanıyordum. Gündüzleri iş, akşamları tekrar okul başlamıştı benim için. O altı dubanın ilk seferinde beşini devirince, beni en uzun süreyle okula verdiler. İlk gün derse girdim. Toyota’yı ortadan kesmişlerdi ve Mısırlı hocamız, arabanın iç organları gibi, tek tek yedek parçaları anlatıyordu. Tıp eğitimi gibi ameli dersi alıyorduk. Kırk kişilik sınıfta hoca debriyaj, fren diyor, biz tekrarlıyoruz. Tekrarlıyorduk ama ders Arapça olduğundan ben hiçbir şey anlamıyordum. Hocamıza her akşam gelemeyeceğimi, sadece nazariye bölümüne gelebileceğimi söyledim. Kabul etti. İlk iş o altı dubanın ölçüsünü aldım. Hans’a görünmeden fabrikanın uzak bir yerinde sınav alanına çizdim. Fabrika boru fabrikası olduğu için özel borular kestirdim. Bir tane Toyota buldum ve her gün işe giderken oraya park etmeye başladım. İş hayatım tamamen o ehliyete bağlıydı. Ehliyeti alırsam kalacaktım. Bu arada ameli olan derste ben, başka bir öğrenci ile sırayla arabayla geziyorduk. Ben akşamları arabayla çalıştığım için, hoca bana sürekli maşallah maşallah diyor. Sağa sinyal veriyorum maşallah, sola dönüyorum maşallah. Araplarda sevdiğim iki sözcük var: biri inşallah, biri maşallah.
Akşam 8’den sonra açık havada toplanıyorduk. Sekiz şeklinde yolların, trafik lambalarının olduğu küçük bir şehir yapmışlardı. O şehirde oynar gibi araba kullanıyorduk. Sınav günü geldi. Sabah namazından sonra bizi topladılar. Çok heyecanlıydım. Tek tek çağırıyorlardı. Park edebilirsen Mısırlı hoca ehliyeti veriyordu. Altay bin İhsan dediklerinde heyecandan yerimde duramıyor, bildiğim bütün duaları okuyordum. Sınava hazırdım. Serinkanlı bir şekilde arabayı park ettim. 
Hoca konuştu: “Maşallah!”
Bu arada hoca: 
– Lakin sen nazariye dersine gelmedin, oradan da bir soru soracağım. Arapça söylenenleri biraz anlıyordum, çünkü bütün devlet dairelerinde her şey Arapça hallediliyordu. Trafik işaretlerinden birini gösterdi ve “eşhede?” dedi. Tabii ben ‘Eşhedü’ anladım. Meğer eşhede “bu nedir” demekmiş. Ben de:
– The car is not allowed to enter, dedim.
Hoca kızdı bana: 
– Lazım, kelam Arabi, dedi ve Arapça konuşmamı istedi. Arapça bilmiyorum dedim, kabul etmedi. Bu defa bende Arapça endişesi başladı. Fakat o işareti de biliyorum ve söyleyebilirsem ehliyeti alabileceğim. Bir an aklıma Müjde Ar geldi. Müjde Ar’ın o zaman siyah beyaz Aşk-ı Memnu dizisi vardı. Oradaki memnu sözcüğü yasak demek. Hemen cevap verdim.
– Memnu, dedim.
Hoca da:
– Maşallah, dedi ve ekledi.
– Eş memnu (Ne yasak)?
Artık saniyeler geçmiyordu benim için. 
– The car memnu, Fransızca voiture, dedim.
Daha da kızdı.
– Lütfen Arapça, dedi.
Bir anda Adana’daki Arap komşularımız aklıma geldi. Onlar uçağa teyyare, arabaya da seyyare derlerdi.
“SEYYARE MEMNU” dedim. Hayatımın bu döneminde verdiğim yanıtlar hayatımın geri kalanını şekillendirdi. Yıllar sonra Slumdog Millionaire filmini izlerken o günler aklıma geldi, hayat çok enteresan.
– Maşallah, dedi.
Dolayısıyla maşallah sözcüğünün bende ayrı bir yeri var. Sonuç olarak, insan zorda kalınca üretken oluyor. O yüzden risk almadan ve şartları zorlamadan bir yere gelinmiyor. Çevreyle ilgili olmak, farkında olmak çok önemli.

Kaynak: Altay Ayhan, Yedi Adımda Hayalimdeki Şirket, Aura Kitapları