In New York Many Hotels

90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılmış, Türkmenistan da bağımsızlığını ilan eden ülkeler arasına girmişti. Bu genç ülkenin başına Saparmurat Niyazov Türkmenbaşı diye bir adam geldi, eski KGB’li. Dış dünyaya açılmaya başladılar. Biz de birkaç mühendis gönderdik Aşkabat’ta iş geliştirme fikriyle. Arkadaşlarımız biraz mesafe aldılar ve bir müddet sonra ben de davet edildim, üst kademede iş görüşmek üzere. Peki dedim ve uçağa bindim. Gece yarısına yakın bir saatte vardım, çünkü saat farkı var, onlar bizden dört saat ilerideler.
Alarko’nun mühendislerinden biri beni karşıladı. Arabasına bindik, karanlık yollarda uzun bir yolculuk yaptık. Nihayet şehrin merkezlerinden birine vardık. Devasa bir bina çıktı karşıma. Eski bir saray olduğu belliydi. Sovyet ruhu sinmiş, büyük bir kongre sarayı…
Mermer merdivenleri çıktık. Kapıdan girdik, kapı binaya göre oldukça ufaktı. Karşımda devasa bir hol… Karanlık bir hol… Holün dibinde, en sonunda hafif bir ışık var, belli ki orada insanlar var. Oraya doğru yürüdük mühendisle beraber. Baktık ki 8-10 kişilik bekleyen bir grup var. Bu grubun önünde de yüksek bir tezgâh var. Tezgâhın arkası pek görünmüyor, fakat anlıyorum ki bu insanlar bir şeyi bekliyorlar. Mühendis bana, “İshak bey kuyruğa girmeliyiz,” dedi. “Peki” dedim, kuyruğa girdik. Yavaş yavaş anlıyorum ki bu bina otel haline getirilmiş, tezgâhın arkasında da bir masa var. Masada bir defter açılmış, yaşlı bir kadın var görevli. Türkmen mi, Rus mu tam anlayamadım.
Kadın oda satıyor ama ne satış…
Defter kocaman, eski stil bir defter. Tapu defteri gibi… O zaman bilgisayar falan hak getire, yok öyle şeyler. Uzun uzun kaydediyor, hiç acelesi yok kadının. Mürekkepli kalemle yavaş yavaş Rusça bir şeyler yazıyor. Masanın üzerinde de bir lamba var. Masayı aydınlatan bir lamba… Onun için hol karanlık, çünkü başka ışık yok. Işık bir tek masanın üzerinde. Ortam alışık olmadığım kadar korku verici, kâbus gibi bir şey…
Önümdeki adamlar teker teker yazdırdılar, pasaportlarını aldılar, bekleyen hamalımsı bir-iki adam var, onlar da valizlerini alıp sonra kayboluyorlar koridorlardan birinde.
Sıra bana geldi. Pasaportumu uzattım. Yaşlı kadın, başını kaldırmadan, yüzüme bakmadan pasaportu aldı. Işığın altında açtı ve yine aynı yavaşlıkta yazmaya başladı. İsim soy isim falan… Yazıyor ama hiç bir şey söylemiyor, sormuyor da…
Herhalde bu kadar sessizlikten sıkılmış olmalıyım ki, kadına hitaben dedik ki:
“How much is the room?”
Odanın fiyatı ne?
Cevap vermedi. Sessizlik sürüp giderken o da yazmaya devam etti. Sonra lütfedercesine ve garip bir sesle konuştu:
“Three hundred seventy five dollars!..”
Ağır bir şiveyle… “375 dolar” dedi.
Aman Allah dedim, 375 dolar… Korkunç bir para. Amma da pahalıymış dedim kendi kendime…
Kadına tabii daha nazik bir şekilde konuştum:
“Ben bu paranın yarısıyla New York’ta Waldorf Astoria’da çok güzel bir odayı kiralayabilirim.”
Yine bir sessizlik oldu. Kadın hiçbir şey söylemedi. Fakat bu arada yazı yazma hızı iyice düştü. Durdu yani. Yazmıyor artık…
Kafasını kaldırdı ve ilk defa yüzüme baktı. Kim olduğumu merak etti galiba. Çok alçak bir sesle konuştu, öyle bir cümle söyledi ki, hayatımda unutmayacağım bir ekonomi dersi verdi kadın. Bir tek cümleyle büyük bir ekonomi dersi… Hayatımın en şiddetli dersini bir babuşkadan aldım. Dedi ki:
“In New York many hotels…”
New York’ta oteller çok dedi. Yani demek istedi ki, rekabetin geçerli olduğu bir ortamda sen fiyatı konuşabilirsin, tartışabilirsin, pazarlık yapabilirsin ama rekabetin olmadığı bir ortamda -ki şimdi Aşkabat’tayız ve burada alternatif yok-, o zaman fiyatı asla sen konuşamazsın.
Yaşlı kadın çok doğru söyledi…

Kaynak: Mehmet Gündem, Lüzumlu Adam İshak Alaton, Alfa Yayınları