Patronun Kim Olduğunu Anlamak

1983’ün Ağustos ayında hava sıcaktan kavruluyordu ve ben de küçük ama hiç beklenmeyecek kadar ağır bir fotokopi makinesini New York’taki kahverengi kumtaşından bir binanın daracık merdiveninden yukarı dört kat taşımakta olan bir pazarlama stajyeriydim. Hemen arkamdaki Bob, daha küçük ama aynı derecede ağır bir elektronik daktiloyu sırtlamıştı. Bob benden on yaş büyük bir satış temsilcisiydi ve eğitimimin bir parçası olarak birkaç gündür beraber dolaştığım deneyimli bir pazarlamacıydı. Bob’un nasıl satış yapıldığını bana öğretmesi gerekiyordu.

O sabah Bob’un potansiyel bir müşterisi vardı ve bu tür müşterilerin peşinden ne kadar hızlı koşarsak satış yapma şansımız o kadar yükseliyordu. “Hadi Bill, kap şu kutuyu da gidelim, evlat.” İki makineyle kısa süre önce 32 derece sıcaklıkta epey bir yol yürümüştük ve Doğu Yakası’nın üst kısmındaki adrese gelince binanın asansörsüz olduğunu görmüştük. Hadi canım, diye düşünmüştüm, bu şaka olsa gerek. Binanın kapısı bize açılmıştı. Makineleri sırtımıza almış, dördüncü kata kadar basamakları teker teker çıkıyorduk.

En yukarı çıkınca nefeslenmeye fırsat bulamadık çünkü merdiven boşluğu ev ofis olduğunu tahmin ettiğimiz bir yere açıldı. Üstelik de güzel bir yerdi burası. Seçkin bir yaşam alanının ortasında büyükçe bir ahşap çalışma masası ve dosya dolapları duruyordu. Arkadaki bir odadan döpiyes ve topuklu ayakkabı giymiş, profesyonel görünümlü bir kadın çıkageldi. Tam merhaba diyecektim ki bir kedi -bir kedi!- işlemeli bir kanepeden fırlayıp üzerime uçtu ve göğsümün üstüne kondu. Tırnaklarını 99 dolarlık takım elbiseme batırıp derime geçirdiğini hissettim. Olamaz bu! Kadın bana bakıp kalmıştı. Bob da öyle. Eminim ki Bob’un dudaklarında okkalı bir küfür dolanıyordu ve içgüdülerim kediyi indirip takım elbisemi kurtarmam için beni dürtse de, bunu dinlemedim. Hayvan üstüme çullandığı anda daha da kuvvetli bir içgüdü bana, bu işi başardığımızı, satış anlaşmasını yaptığımızı söylemişti. O anda, Bob’un anlamadığı bir şeyi anlamıştım: Patron bu kediydi.

Bob kan ter içindeydi. Tek istediği makineleri kutularından çıkarıp tanıtıma başlamaktı. Fakat ben bir sonraki hamlenin ne olduğunu biliyordum ve bunun makinelerle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Kedi, ağaç bulmuşçasına yapışmıştı bana ama kadına gülümsedim ve “Garfield bu kedinin yanında solda sıfır kalır!” dedim. Kızgın değildim. Bilakis, onu tutup okşadım. Kadın yanıma geldi. Yüzündeki ifade ve evcil hayvanının ofiste serbestçe dolaşmasına izin vermesi bu hayvana çok kıymet verdiğini gösteriyordu. “Tatlı kedicik,” dedim. “Türü ne bunun?”

Kedisi hakkında konuşmaya başladık, sonra laf köpeklerden açıldı. Küçük ama samimi sohbetimiz sırasında, muhtemelen hiçbir ortak noktamın bulunmadığı bu kadınla, bir arkadaşımızın terasındaki kokteyl partisinde tanışmışçasına konuştuk. Bob huzursuzca kıpırdanmaya başlamıştı. Bob’un hâlâ farkına varmadığı, bu şirketin başkanının Garfield olduğuydu. Kediyi nihayet sahibine teslim ettim ve onun çalışma masasına geçtik. Evrak çantamdan çıkardığım ve makineyle birlikte merdivenden yukarı taşıdığım 28*63 cm. büyüklüğündeki şemayı masanın üzerine yaydım. Öne eğildim, kutusundan çıkarıp fişe taktığımızda fotokopi makinesini nasıl çalıştırabileceğini anlatmaya giriştim. Kadın sözümü yarıda kesti. “Gerçekten tanıtıma gerek var mı tatlım?”

İş bitmişti. Kadın bize bir fotokopi makinesi, bir de daktilo siparişi verdi. Bam. Neler olup bittiğinden hâlâ emin olamayan Bob’un ağzını bıçak açmıyordu. Makineleri kutusundan çıkarmamıza bile gerek kalmamıştı. Tekrar sokağa, şehrin acımasız sıcağına döndüğümüzde Bob bana bakıp başını iki yana salladı. “Bill McDermott sen ya Xerox’un bir sonraki CEO’su olacaksın ya da hapsi boylayacaksın.”

Kaynak: Bill McDermott, Kazanma Hayali, Türkçesi: Barış Emre Alkım, Modus Kitap, Kasım 2016.