Sen Adamı Yönetememişsin!

Bir tarihte, sonradan görme (sonradan görme eksiklik ya da ayıp değildir, gördüklerinin hakkını verip alçakgönüllü olmamak ayıptır) bir işverenin yanında çalışıyordum. Çok uluslu hipermarketlerin her sene başı tedarikçi ile sözleşme yenileme adı altında yaptıkları zorla para kesme görüşmelerini sürdürdüğüm günlerdeydi. Bu hipermarket markalarından birinde ilgili bölüme bakan satın alma uzmanıyla randevum vardı. Laf aramızda, genelde bu tip çok uluslu şirketlerde çalışanların aklı karışık oluyor. İstemeden de olsa büyük ortak hangi ülkeyse onun kültüründen etkileniyorlar. Bu arkadaş da sosyal kimliğini, memleket gerçeklerini unutmuş, kendisini Paris’in kalburüstü mahallelerinden “Saint Germain”de oturan asil bir Fransız zannediyordu. Tabii masanın diğer tarafında oturan şahsımı da Paris gettosunda yaşayan Mağribilerden biri.

Benden ne isteyeceğini tahmin ettiğimden, öncesinde patronumla bir araya gelip neyi ne kadar verebileceğimi tespit etmek istiyordum. Gerilimli bir tartışma sonrasında patronum, çeşitli süslü isimler taktıkları haracı sadece 2 puan arttırmama izin vermişti. Bunun çözüm olmadığını biliyordum ama çare yoktu. Peki, deyip kalktım, ilgili marketin merkez ofisine gittim. Toplantıda sonradan Fransız olan zat benden 6 puan isteyince haliyle bir de onunla gerildim. Gerçekten de rakamı saçma bulmuştum. Bu marketlerin bir veya iki mağaza dışında kâr etmedikleri bütün piyasanın bildiği bir gerçektir. Zaten bu yüzden önce kendileri gelir, sonra yerli ortakla devam eder, bir müddet sonra da tamamen devredip ülkeden çıkarlar. Operasyon kârlılıkları olmadığı için de sene sonunda bütçeye koydukları hedef kârlılığı tüm tedarikçilerine böler, açıktan on bin ile yüz bin euro arasında bir fatura uydurarak bu parayı toplarlar. Bizim hikâye de kısaca buydu. Kârlarını tutturmak, en azından ekranda Fransa’ya güzel görünmek için bu emrivakileri yapıyorlardı.

Neyse, altı puanı vermeye yetkili olmadığımı söyleyince zat, “Kim yetkiliyse o gelsin.” dedi. Kös kös çıktım toplantıdan. Patronuma durumu anlattığımda tepkisi, “Sen adamı yönetememişsin.” oldu. Bak, bu ifadeye de bayılırım. Neredeyse bütün patronlar kendi beceremedikleri işlerde sırf hayal ettikleri sonuç olmadı diye çalıştırdıkları insanları bu muğlak ifadeyle suçlarlar. Sen adamı yönetememişsin… E, sen yönet görelim! Patron ya da yönetici olmanın en güzel tarafı, masanın diğer tarafında oturanın yüz yüze eleştirilerini asla iletemeyeceğini bilip bol keseden sallamaktır. Bir keresinde sahip olduğu sermayenin verdiği güven duygusuyla “korku” denilen belayla tanışmamış bir işverenim karanlık ilişkileri olan birileriyle kendisi için kişisel mücadeleye girmek istemememi hemen analiz etmiş ve bana gülümseyerek, “Sen de biraz korkaksın ha!” demişti. Ne zekice bir değerlendirme, değil mi? Paranın gücünü arkasına alan ve saklanan sen, ama hiçbir şeyi olmayan, buna rağmen savaşması gereken ben öyle mi?

Neyse, mevzumuza dönersek bu 6 puan olayında da suçlu yine ben olmuştum. Uzatmayayım, kalktık bu sefer patronla marketin merkez ofisine gittik. Toplantı müdahale etmeme fırsat vermeden oldu ve bitti. Ben bir tek kelime konuşmamıştım. Patron dizginleri ele alıp kendini kaptırmış ve kendince doğru bir diyalog sürdürmüştü. Toplantıyı bitirip kapıdan çıkarken masada on (10) puan bırakmıştık. Ben garip bir zevk almış, patronumun gerekli dersi aldığını ve bana, “Sen haklıymışsın, benim gelmem hata oldu.” demesini bekliyordum ki dönüp bana, “Çok faydalı bir toplantı oldu!” dedi. Sonrasını hatırlamıyorum…

Kaynak: Hakan Yel, Törkiş Biznıs Sıtayl, Libros Yayıncılık, Nisan 2017.