1946’ya doğru evleneceğim sırada uygun bir apartman aramaktaydım. Kısmet, Nişantaşı Güzelbahçe Sokak’taki bir apartmanmış. Apartmanı bulunca, sıra mobilya edinmeye gelmişti. O sıralarda benim bildiğim başlıca mobilya mağazası, Beyoğlu’ndaki Haraççı’ların yeriydi. Çok bilinen bir kuruluş dışında, mobilya arka mahallelerdeki atölyelerde yapılır; çalışma yerlerinin sahipleri de bir tekel gibi Rumlardan oluşurdu.
Araştırma sonucu, apartmanımızın döşenmesi için üç yerden öneri almıştım. Bunlardan birisi, Kosta (Psalty) Psalti’nin atölyesinden geliyordu. Psalti’nin istediği fiyat hepsinden pahalı olduğu halde, öneri biçimindeki uygar tutum beni çok etkilemişti. Ayrıca, Psalti ailesinin Osmanlı tarihine geçmiş bir ünü de vardı. Yani Psalti, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında çalışmış, bir dizi ünlü kişinin yalılarını döşemişti. Beyoğlu’nda 1893’te Psalty Freres (Psalty Kardeşler) adıyla açtıkları mobilya mağazası, yirminci yüzyılda da Maison Psalty adlı mağazalar zinciriyle, İstanbul’da tanınmış Avrupa ürünlerinin yanı sıra kendi atölyelerinde yaptıkları mobilyaları da sunmayı sürdürmüştü.
Kosta Psalti’yle yaptığım anlaşmaya göre, fatura tutarının üçte birini peşin, üçte birini çalışma sırasında ve üçte birini de malın tesliminde taksitlerle ödeyecektim. İşe başladıktan az bir süre sonra, Psalti kısalan aralıklarla uğrayıp vakti gelmemiş ödemeler talep ediyordu. Bazen işçilerin haftalıklarını ödeyemediğinden yakınıyor, bazen zamansız gelen bir masrafı öne sürüyordu. Adamın görgülü kişiliği, efendiliği, mahcup görünüşü beni etkiliyor; Psalti’nin her isteğini yerine getiriyordum. Ne var ki, giderek ben de bu durumdan kuşkulanmaya başlamıştım. Tanınmış bir mobilyacı, ünlü bir terzi gibi maliyetini salt kullandığı malzeme üstünden yapmadığına göre, geniş marjlarla çalışması gerekirdi. Zaten Psalti’nin önerisi, rakiplerine oranla çok daha pahalıydı.
Yine böyle zamansız para istemeye geldiği bir gün Psalti ile açık konuşmaya karar verdim. Meğer Psalti’nin paraya sıkışık durumu, babasının kendisine miras olarak bıraktığı borçlardan kaynaklanıyormuş. Varlık Vergisi’nin tahribatından kendilerini hâlâ kurtaramamışlar.
Samimi konuşmamız arasında Psalti’ye, mobilya yapımının Türkiye’nin geleceğindeki yeri hakkında görüşlerimi söyledim. Ülkede ulusal gelir ve nüfus arttıkça, mobilyaya duyulan gerek de kuşkusuz büyüyecekti. Dedemin İzmir’in İkiçeşmelik semtindeki evinde, birkaç minder, bir de masa olarak kullanılan bir bakır sini vardı. Babamın içinde bulunduğu kuşak, çağdaş yaşama kültürüne daha önem vermişti. Nüfusu yoğunlaşan büyük kentler artıp apartman yaşantısı geliştikçe, mobilya gereksinimi de o ölçüde büyüyecekti. Hele böyle tanınmış bir ada bağlanan bir iş kolunda, kâr marjlarının çok büyük olması gerekirdi. İş küçükten de başlasa zaman içinde bunun önemli bir sanayi atılımına dönüşmesi beklenebilirdi.
Psalti bütün görüşlerime heyecanla katılıyor; o andaki durumla geleceğin parlak sonuçları arasındaki boşluğu kendisinin sermaye eksikliğine bağlıyordu.
Psalti’yle o gün hemen bir anlaşmaya vardık. Ben belli bir ölçü içinde sermaye yatırımı yapacaktım. Psalti de bu ortaklığa bilgisini ve adını koyacaktı. Türkiye’de böylece yeni bir mobilya girişiminin temeli atılıyordu.
Ertesi gün Psalti, Galata’daki küçük laboratuvarımda bana genç bir adamı takdim etti. Gencin babasını çok iyi tanıyordum. Baba Kastro, Beyoğlu’ndaki Atlas Sineması’nın müdürlüğünü yapıyordu. Psalti’nin önerisini hemen kabul ettim. Genç Marsel Kastro (Marcel Castro), ortaklığa finans bilgisiyle katılacaktı. Böylece ben sermayedar oluyordum. Ünlü bir Rum teknisyen işleri yürütecekti. Musevi yurttaşımız da finans alanındaki sorunlarla ilgilenecekti.
Yeni kuruluşun sonradan ortaya çıkan olumsuz sonuçları, iş yaşamımda iki önemli deneyim getirdi: Bir işin temeli ne kadar isabetli kurulursa kurulsun, yakından izlenmeyen bir işten hayır gelmiyordu.
Aldığım öteki ders de şu olmuştu: Bir işi iyi düşünmüş ve ona inanmışsanız, karşınıza ne engel çıkarsa çıksın, onu aşıp sonuca gitmek gerekmekteydi.
Mobilya kuruluşu için gereken parayı o zaman için çok dar olanaklarımdan ayırıp ödedikten sonra, işin geleceğini teknisyen ve maliyeci arkadaşlara bırakıp laboratuvarıma dönmüştüm.
Yanlış yönetimin ters sonuçları çabuk ortaya çıktı. Bir gün Beyoğlu’nun tanınmış kürk tüccarlarından biri, beni ziyaret etmek istedi. Adamcağız meğer markanın ününe kapılarak bütün evini döşeme görevini bizim mobilya kuruluşuna vermiş ve o arada paranın çok önemli bir bölümünü de ödemiş. İşe hemen müdahale ettim ama aradan geçen iki yıl içinde çok işler dönmüştü. Müdahaleden üzülüp Kastro terk-i diyar etti ve Lizbon’a yerleşti. Kosta Psalti, sanırım, 1980’ler başlarında hâlâ Yunanistan’daydı ve çok güç koşullar altında yaşamını sürdürüyordu.
Mobilya girişiminin daha kuruluşunda, iş düzeni gereği gibi ele alınmış ve her kuruluş için doğal sayılan denetim önlemleri uygulanmış olsaydı, Psalti’si ve Kastro’suyla o kurum çalışır durumda bulunacak ve ben de, o zaman için önem taşıyan bir kaynağı ziyan etmeyecektim.
Aradan 35 yıl geçtikten sonra, mobilya girişiminin gerekliliğini çok açık olarak görüyoruz. Beyoğlu’nda 1940’larda Haraççı’ların tek mobilya mağazasından oluşan mobilya piyasası, İstanbul’un belli yörelerinde 1980’lere doğru şaşılacak düzeylere ulaştı. Başında isabetli düşündüğüm konuda, aradan geçen olaylara küsmeden, ısrar edebilseydim, mobilya sanayisi belki işlerimizin en önemlilerinden biri olabilirdi.
Çok genç denecek yaşlarda aldığım iki dersten birine ısrarla bağlı kaldım: Başladığım bir işi bitirmeden bırakmamaya çalıştım.
Geçirdiğim deneyimin ikinci dersinden yeteri kadar yararlandığımı söyleyemem. İnsanlara olan aşırı güvenim, bazen beni yanlış yönlere götürdü. Denetimsiz bıraktığım kişiler, bu güveni kötüye kullandılar. Kuruluş, bu yüzden zaman zaman büyük zararlara uğradı.
Kaynak: Nejat F. Eczacıbaşı, Kuşaktan Kuşağa, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Eylül 1999.